Konuşmayı sevdiğimizi söylesem inanın bana bunu çok az kişi yadsıyacak. Kültürümüz bu noktada, doğu öğretilerinden az ancak batı öğretilerinden fazlasıyla etkilenmiştir.
Doğu öğretilerinde sükunet ve sessizlik esastır, batıda ise konuşmak ve temsil.
Bu bizim dilimize de garip ve daha önce dilimizin özünde olmayan kalıplarla kök salmıştır. Silik kişilik, pasif tutum, ezik gibi hissetmek vs.
Sadece bu sebepten değil, fark edilmek pahasına da, söylemiş olmak için bile olsa bir lafımız muhakkak durur bir kenarda. Hatta biraz daha ileriye gidecek olursam; televizyondaki tartışma programlarına kabaca bir bakalım, sadece konuşmuş olmak için konuşulan ve konuşan o kadar çok kişi var ki…
Böyle olunca, tartışma programlarındaki şu kelimeleri duymak neredeyse kimseye garip gelmiyor: Lütfen konuşma sırası bendeydi ama… / Sözümü kesmezseniz anlatacağım / Tam o konuya geliyordum bende / Yüksek sesle konuşmayın… / Bu benim sorumun cevabı değil ama… / Konumuz ne biz ne konuşuyoruz… / Lütfen konuyu daha fazla dağıtmayalım, başkalarına söz hakkı doğuyor vesaire vesaire…
Bu tartışmaların, toplumumuzun aydın ve/veya entellektüel diye tanımlayabileceğimiz kesim tarafından gerçekleştiriliyor olması, derdimizi anlatma konusunda durumumuzun hiç parlak olmadığının en temel göstergesidir.
Televizyonda gördüğümüz kadar durum bu. Fakat hayatın içinde durum bundan farklı değil. Maalesef, derdimizi anlatmak pahasına, başıma başka dertler açacak kadar çok konuşuyoruz. Hani söz gümüşse, sükut altındı.
Neden böyle olduğuna dair temel bir varsayımım var: Dinleme eşiğimiz/tahammülümüz o kadar çabuk şekilde tükeniyor ki…korkunç bir hızla dönüşen ve değişen bir dünya için, artık bu durum kimseye garip gelmiyor. Pekala, bunu biliyoruz da, o halde neden uzuuuuuuuuun uzadıya cümleler (ki ben buna ansiklopedik cümleler diyorum) kurmak hoşumuza gidiyor.
Yukarıdaki bir varsayımdı. Şimdi gelelim gerçeklere. ÇÜNKÜ AZ OKUYORUZ!
Bunun için;
-Konuştuklarımızın anlamlı olmasını sağlamak için kısa konuşmuş olmak, anlatmaya çalıştığımız şeyin anlamını hafifletiyor-muş- gibi geliyor.
-Eğer söylenene karşı bir argüman üretiyorsak da; söyleyenden az konuşmuş olmak, yaratmaya çalıştığımız etkiyi azaltıyor-muş- gibi geliyor.
-Muhakkak bir karşılık vermek zorunday-mış- gibi hissettiğimiz için, planlı konuşamıyoruz ve bu da, hem konunun hem de konuşmanın uzamasına, dağılmasına neden oluyor.
Bu -mış gibi -miş gibi anlatılar yaşamlarımıza da yansıyor. Doğal akışı aksatıyor ve öyle olmadığı halde, -mış gibi yapmaktan geri duramaz oluyoruz. Bu kadar enerji kaybetmeye gerek yok!
Haddim değil, ancak çok uzun zaman bu konu üzerinde çalışmış biri olarak bir kaç tavsiye vermek isterim;
-Uzun cümlelerden kaçının. Anlatmaya çalıştığınız şey hakkında net olmak, anlaşılmayı kolaylaştıracaktır.
-Konuşmak gerekli ise, konuşun ancak; bunun bir çekişme veya ikna mücadelesi olmaya başladığını hissettiğinizde, makul bir şekilde konuyu kapatın. Yoksa mevzu şahsileşecek… -Karşı tarafın sizi anlayıp anlamadığını ve/veya ne kadar anlayıp anlamadığını rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Muhakkak karşı tarafın nabzını yoklayın. Bu tutumunuz, sizi gereksiz enerji kaybından kurtaracaktır.
-Belki o kadar konuşmaya ihtiyaç yok, belki onu konuşmaya ihtiyaç yok, belki ona konuşmaya ihtiyaç yok. Bu sorgulama da işinizi görür.
-Bir şey söylerken, konu, cümleler ve ne söylediğinizi, nasıl söylediğinizden bağımsız düşünülemez. Ne söylediğinize, nasıl söylediğiniz kadar dikkat edin!
Ve son olarak mümkünse; olabildiğince samimi ve içten olun. Tabii ki; bol bol kitap okuyun.
Not: Tüm tavsiyeler, karşı tarafı duyduğunuz değil, içtenlikli bir şekilde dinlediğiniz varsayımı üzerine kurulmuştur. Zaten sizden aksini beklemek haksızlık olur.
Arda ÖS